4 Mart 2012 Pazar

volodya


Geçen yaz mevsimiydi. On yedi yaşında, çirkin sayılabilecek derecede şekilsiz
yüzlü, hastalıklı, çekingen bir genç olan Volodya, bir pazar akşamı saat beş
sıralarında Şumihin'lerin yazlığında, kameriyede oturuyordu. Canı son derece
sıkkındı. Üç şeye üzülüyordu. Birincisi; yarınki pazartesi günü matematikten
sınava girecekti. Bu yazılı sınavda başarı sağlayamazsa altıncı sınıfta iki yıl
üst üste kalmış olacağı için okuldan atılacağını, matematikten yıllık
ortalamasının ikilere üçlere düştüğünü biliyordu. İkincisi; oldukça zengin,
kendilerini soylu kişiler sayan Şumihin'lerin yanında kalmak gururunu
incitiyordu. Bayan Şumihina ile yeğenlerinin ona ve anasına yoksul birer akraba,
birer sığıntı diye baktıklarını, anasını adam yerine koymadıklarını, eğlenip
durduklarını biliyordu. Bir keresinde, bahçeye gizlenerek taraçada Bayan
Şumihina'nın, kuzeni Anna Fedorovna'ya, anasının hâlâ kendini genç kız sandığım,
çok makyaj yaptığını, oyunda kaybettiği parayı hiçbir zaman ödemediğini,
başkasının pabucunu giymeye, sigarasını içmeye bayıldığını söylediğini
kulaklarıyla duymuştu. Her zaman, Şumihin'lere bir daha gitmemeleri için
yalvarırdı anasına, ama dinletemezdi. Orada ne aşağılayıcı bir rol oynadığını
bir bir anlatır, bir sürü örnekler verir, ağır sözler söyler, ama şımarık,
gençliğinde kocasının da kendisinin de varını yoğunu har vurup harman savuran,
daima kendinden üstün kişilerin arasına girmeye özenen, basit düşünceli anasını
caydıramaz ve haftada iki kere bu yerebatasıca yazlığa taşınmak zorunda
kalırlardı.
Üçüncüsü; içinde belirmeye başlayan acayip, pek hoş olmayan, şimdiye dek hiç
tatmadığı yepyeni bir duyguydu... Bayan Şumihina'nın kuzeni ve konuğu Anna
Fedorovna'ya tu
15
tulduğunu sanıyordu. Canlı, gür sesli, güleç, otuz yaşlarında, sağlıklı, sağlam
yapılı, al yanaklı, yuvarlak omuzlu, kalın gerdanlı, ince dudaklarından
gülümseme hiç eksik olmayan bir kadındı bu. Genç ve güzel değildi, Volodya bunu
pekâlâ biliyordu. Gelin görün ki, onu düşünmemek, yuvarlak omuzlarını
kaldırarak, etli sırtını kıpırdatarak kroket oynayışını, uzun bir kahkahadan ya
da merdivenleri aceleyle çıktıktan sonra kendini koltuğa atıp sık sık soluyarak
gözlerini kısıp göğsü sıkılıyormuş gibi yapmasını içi giderek seyretmemek
elinden gelmiyordu. Evliydi. Kocası ciddi bir mimardı. Haftada bir gün yazlığa
gelir, bol bol uyur ve ertesi gün kente dönerdi. Volodya, bu mimardan böylesine
nefret etmesine, onun kente gidişlerini dört gözle beklemesine şaşıyordu.
Kameriyede oturmuş ertesi günkü sınavı ve yazlıktakilerin her zaman alay
ettikleri anasını düşünürken, birden Nütya'yı (Şumihin'ler, Anna Fedorovna'yı
böyle çağırıyorlardı) görmek, kahkahasını, giysisinin hışırtısını işitmek
isteğine kapıldı... Oldukça güçlü bir istekti bu. Her akşam yattığında hayâl
ettiği, romanlardan tanıdığı duygulu, temiz aşka hiç benzemiyordu. Kendine bile
açmaktan çekindiği, korkulu, acayip, anlaşılmaz, iğrenç bir duyguydu bu...
-- Böyle bir duyguya aşk diyemeyiz, diye mırıldandı Volodya. Otuz yaşında, evli
bir kadına âşık olamaz insan... Gelip geçici küçük bir cinsel tutkudur, işte o
kadar... Evet cinsel tutkudan başka bir şey olamaz bu...
Cinsel tutkuyu düşünürken bir türlü yenemediği çekingenliğini, bıyık diye üst
dudağındaki sarı tüyleri, çopur yüzünü, ufak gözlerini hatırladı. Hayâlinde
kendini Nütya ile yan yana koydu: böyle bir çift imkânsız gibi geldi ona. Onları
unutarak, güzel, cesur, zeki, son modaya göre giyinen bir delikanlı olarak hayâl
etmeye çalıştı kendini...
Kameriyenin karanlık köşesinde iki büklüm oturmuş, önüne bakarak iyice hayâle
dalmıştı ki, dışarıda hafif ayak sesleri duyuldu. Bahçenin iki yanı ağaçlıklı
yolunda biri ağır adımlarla kameriyeye yaklaşıyordu. Biraz sonra ayak sesleri
16
kesildi, kameriyenin girişinde beyaz bir gölge belirdi. Bir kadın sesi,
-- Kimse var mı içerde? diye sordu.
Volodya irkildi, bu sesi tanımıştı, başını kaldırdı, kapıya baktı. Nütya içeri
girerken,
-- Kim var orada? dedi. Ah, siz misiniz Volodya? Ne yapıyorsunuz burada? Gene
düşünüyorsunuzdur tabii! Düşün, düşün, sonu ne olacak bunun?.. Aklınızı
kaçıracaksınız!..
Volodya doğrulmuş, şaşkın gözlerle Nütya'ya bakıyordu. Banyodan yeni geliyor
olmalıydı: bornoz ve havlusu omzundaydı, beyaz ipek başörtüsünün altından
dökülüp alnına yapışan siyah saçları nemli, pırıl pırıldı. Hoş, taze bir banyo
kokusuyla badem sabunu kokusu dolmuştu içeriye. Hızlı yürüdüğü için olacak, sık
sık soluyordu. Bluzunun üst düğmesi, boyun ve göğsünü gösterecek şekilde açıktı.
Volodya'yı yukarıdan aşağı süzdükten sonra,
-- Niçin bir şey söylemiyorsunuz? dedi. Hanımların so, rusuna yanıt vermemek bir
erkeğe yakışmaz. Fok balığından
farksızsınız, Volodya! Hep oturuyor, filozof gibi düşünüyor, hiç
konuşmuyorsunuz. Hayat ve ateş yok sizde! Hiç yakışmıyor size bu ha]... Sizin
yaşınızda bir gencin yaşaması, atlayıp zıplaması, gevezelik etmesi, kadınların
peşinden koşması, âşık olması gerek.
Volodya beyaz, yumuşak elin tuttuğu havluya bakıyor, düşünüyordu...
-- Hâlâ susuyor! dedi Nütya, şaşkınca. Çok acayip... Bakın, biraz erkek olmanız
gerek, Volodya! Hiç olmazsa bir gülümseyin, canım! Tüü, iğrenç profesör! Nütya
gülümsedi Volodya, bir fok balığından farksız olmanızın nedenini söyleyeyim mi
size! Kadınların arkasından koşmuyorsunuz da ondan. Söyler misiniz bana? Niçin
siz hiç kadınların arkasından koşmaz, onlarla ilgilenmezsiniz?
sizin yaşınıza göre kız yok, haklısınız, ama kadınlar ne güne duruyor? Siz de
onlara kur yapın! Örneğin, niçin bana asılmıyorsunuz?
Besleme
17/2
Volodya dinliyor, bir yandan da dalgın dalgın şakağını kaşıyordu. Nütya elini
oradan çekerek devam etti:
-- Son derece gururlu insanlar, susmayı ve yalnızlığı sever, biliyor musunuz? Siz
de gururlusunuz, Volodya. Niçin başınızı kaldırmıyorsunuz? İzin verin de
yüzünüzü göreyim bari! Evet, bir fok balığından farksızsınız!
Volodya, sonu neye varırsa varsın, konuşmaya karar vermişti artık. Gülümsemeye
çalışarak alt dudağını gerdi, gözlerini kırpıştırdı ve elini yeniden şakağına
götürdü:
-- Sizi... sizi seviyorum! dedi.
Nütya, şaşkınlık içinde kaşlarını kaldırıp gülümsedi. Opera aktristlerinin
korkunç bir şey duyduklarında söyledikleri sesle,
-- Ne duyuyorum? diye haykırdı. Nasıl? Ne söylediniz, ne? Bir daha söyleyin,
lütfen!..
Titrek sesiyle tekrar etti Volodya:
-- Sizi... sizi seviyorum!
Ve elinde olmadan, hiçbir şey düşünemeden Nütya'ya doğru yarım adım attı,
bileğinden tuttu. Gözleri bulanmış, yaşlar yanaklarından aşağı yuvarlanıyordu.
Nütya'nın omzundaki büyük, kalın havludan başka bir şey görmüyordu gözü. Ta
derinlerden,
-- Böyle bir duyguya aşk diyemeyiz, diye mırıldandı Volodya. Otuz yaşında, evli
bir kadına âşık olamaz insan... Gelip geçici küçük bir cinsel tutkudur, işte o
kadar... Evet cinsel tutkudan başka bir şey olamaz bu...
Cinsel tutkuyu düşünürken bir türlü yenemediği çekingenliğini, bıyık diye üst
dudağındaki sarı tüyleri, çopur yüzünü, ufak gözlerini hatırladı. Hayâlinde
kendini Nütya ile yan yana koydu: böyle bir çift imkânsız gibi geldi ona. Onları
unutarak, güzel, cesur, zeki, son modaya göre giyinen bir delikanlı olarak hayâl
etmeye çalıştı kendini...
Kameriyenin karanlık köşesinde iki büklüm oturmuş, önüne bakarak iyice hayâle
dalmıştı ki, dışarıda hafif ayak sesleri duyuldu. Bahçenin iki yanı ağaçlıklı
yolunda biri ağır adımlarla kameriyeye yaklaşıyordu. Biraz sonra ayak sesleri
16
kesildi, kameriyenin girişinde beyaz bir gölge belirdi. Bir kadın sesi,
-- Kimse var mı içerde? diye sordu.
Volodya irkildi, bu sesi tanımıştı, başını kaldırdı, kapıya baktı. Nütya içeri
girerken,
-- Kim var orada? dedi. Ah, siz misiniz Volodya? Ne yapıyorsunuz burada? Gene
düşünüyorsunuzdur tabii! Düşün, düşün, sonu ne olacak bunun?.. Aklınızı
kaçıracaksınız!..
Volodya doğrulmuş, şaşkın gözlerle Nütya'ya bakıyordu. Banyodan yeni geliyor
olmalıydı: bornoz ve havlusu omzundaydı, beyaz ipek başörtüsünün altından
dökülüp alnına yapışan siyah saçları nemli, pırıl pırıldı. Hoş, taze bir banyo
kokusuyla badem sabunu kokusu dolmuştu içeriye. Hızlı yürüdüğü için olacak, sık
sık soluyordu. Bluzunun üst düğmesi, boyun ve göğsünü gösterecek şekilde açıktı.
Volodya'yı yukarıdan aşağı süzdükten sonra,
-- Niçin bir şey söylemiyorsunuz? dedi. Hanımların so, rusuna yanıt vermemek bir
erkeğe yakışmaz. Fok balığından
farksızsınız, Volodya! Hep oturuyor, filozof gibi düşünüyor, hiç
konuşmuyorsunuz. Hayat ve ateş yok sizde! Hiç yakışmıyor size bu ha]... Sizin
yaşınızda bir gencin yaşaması, atlayıp zıplaması, gevezelik etmesi, kadınların
peşinden koşması, âşık olması gerek.
Volodya beyaz, yumuşak elin tuttuğu havluya bakıyor, düşünüyordu...
-- Hâlâ susuyor! dedi Nütya, şaşkınca. Çok acayip... Bakın, biraz erkek olmanız
gerek, Volodya! Hiç olmazsa bir gülümseyin, canım! Tüü, iğrenç profesör! Nütya
gülümsedi Volodya, bir fok balığından farksız olmanızın nedenini söyleyeyim mi
size! Kadınların arkasından koşmuyorsunuz da ondan. Söyler misiniz bana? Niçin
siz hiç kadınların arkasından koşmaz, onlarla ilgilenmezsiniz?
sizin yaşınıza göre kız yok, haklısınız, ama kadınlar ne güne duruyor? Siz de
onlara kur yapın! Örneğin, niçin bana asılmıyorsunuz?
Besleme
17/2
Volodya dinliyor, bir yandan da dalgın dalgın şakağını kaşıyordu. Nütya elini
oradan çekerek devam etti:
-- Son derece gururlu insanlar, susmayı ve yalnızlığı sever, biliyor musunuz? Siz
de gururlusunuz, Volodya. Niçin başınızı kaldırmıyorsunuz? İzin verin de
yüzünüzü göreyim bari! Evet, bir fok balığından farksızsınız!
Volodya, sonu neye varırsa varsın, konuşmaya karar vermişti artık. Gülümsemeye
çalışarak alt dudağını gerdi, gözlerini kırpıştırdı ve elini yeniden şakağına
götürdü:
-- Sizi... sizi seviyorum! dedi.
Nütya, şaşkınlık içinde kaşlarını kaldırıp gülümsedi. Opera aktristlerinin
korkunç bir şey duyduklarında söyledikleri sesle,
-- Ne duyuyorum? diye haykırdı. Nasıl? Ne söylediniz, ne? Bir daha söyleyin,
lütfen!..
Titrek sesiyle tekrar etti Volodya:
-- Sizi... sizi seviyorum!
Ve elinde olmadan, hiçbir şey düşünemeden Nütya'ya doğru yarım adım attı,
bileğinden tuttu. Gözleri bulanmış, yaşlar yanaklarından aşağı yuvarlanıyordu.
Nütya'nın omzundaki büyük, kalın havludan başka bir şey görmüyordu gözü. Ta
derinlerden,
-- Bravo, bravo! diye bir ses geliyordu kulağına. Niçin birşeyler
söylemiyorsunuz? Hadi konuşun, ben istiyorum! Hadi!..
Tuttuğu bileğin çekilmediğini görünce Volodya cesaretlenmiş, başını kaldırıp
Nütya'nın gülen gözlerine bakmıştı. Sonra beceriksiz, rahatsız bir tavırla
beline sarıldı, parmaklarını arkasında kenetledi. Volodya'nın kolları arasında
Nütya, ellerini ensesine atıp koltuk altı çukurlarını göstere göstere
başörtüsünün altından saçlarını düzeltmeye çalışıyor, bir yandan da sakin bir
sesle,
-- Atik, sevimli, hoş olman gerek, Volodya, diyordu. Öyle olabilmen için de bir
kadına ihtiyacın var. Konuşmalı, gülmelisin... Evet Volodya, somurtkanlığı
bırakmalısın, daha
18
gençsin, korkma, filozofluk yapacak çok zamanın olacak. Hadi bakayım, şimdi
bırak beni, gidiyorum! Sana söylüyorum, duymuyor musun!
Nütya kolaylıkla belini kurtarıp bir şarkı mırıldanarak çekip gitti. Volodya
yalnız kalmıştı içeride. Saçlarını düzeltti, gülümsedi ve kameriyenin içinde üç
kere bir köşeden öteki köşeye yürüdü. Sonra banka oturup bir daha gülümsedi.
Yaptığından son derece utanıyordu. Utanma duygusunun insanda bu denli güçlü
olabileceğine akıl erdiremiyordu. Utancından gülümsüyor, birbirini tutmaz sözler
mırıldanıyor, ellerini kollarını sallıyordu.
Biraz önce kendisine çocuk gibi davranılmasından, çekingenliğinden utanıyor,
kocasına bağlı, evli, kendinden kat be kat üstün bir kadının beline sarıldığını
hatırladıkça utancından yerin dibine giresi geliyordu.
Yerinden sıçrayarak kalktı, kameriyeden çıktı, sağa sola baktıktan sonra
bahçenin derinliklerine doğru yürüdü.
Başını ellerinin arasına almış, "Ah," diyordu, "bir an önce gidebilsem buradan!
Ne olur, Allahım, bir an önce!"
Volodya'nın, anasıyla binip kente gidecekleri tren sekizi kırk geçe kalkıyordu.
Bu demek oluyordu ki, gitmelerine daha üç saat vardı. Ama o hemen şimdi,
annesini beklemeden gitmek istiyordu.
Sekize doğru eve geldi. Her hareketinde, 'Ne olursa olsun!' der gibi bir
kararlılık okunuyordu. Cesaretle içeri girecek, herkesin gözünün içine
sıkılmadan bakacak, hiçbir şeye aldırmadan yüksek sesle konuşacaktı.
Taraçayı, büyük salonu kararlı adımlarla geçti, soluk almak için konuk salonunun
ortasında durdu. Yan salonda çay içenlerin seslerini duyuyordu. Bayan Şumihina,
anası ve Nütya birşeyler konuşuyor, neşeyle gülüşüyorlardı.
Volodya dinlemeye koyuldu:
-- İnanın ki yalan söylemiyorum! diyordu Nütya. Başkasından duysam ben de
inanmazdım. Düşünün bir kere, beni sevdiğini söylerken kollarını belime doladı.
O anda tanınma
19
yacak şekilde değişmişti. Hem biliyor musunuz? İlginç bir yanı da yok değildi
hani ya. Çerkezlerinkini andıran vahşi bir ifade vardı yüzünde.
Anası uzun bir kahkaha attıktan sonra,
-- Doğru mu bu? dedi. Babasına çekmiş demek! Volodya sert bir hareketle geri
dönüp koşarak bahçeye
çıktı.
Ellerini ovuşturarak şaşkın şaşkın göğe bakıyor, "Böyle şeyleri nasıl da yüksek
sesle konuşabiliyorlar?" diyordu. "Yüksek sesle ve soğukkanlılıkla..." Anası da
gülüyordu!.. "Allahım, niçin böyle bir anne verdin bana? Niçin?"
Alıp başını uzaklara, çok uzaklara gitmek istiyordu, ama olmazdı, eve dönmek
zorundaydı. Bahçede bir süre dolaşıp biraz kendine geldikten sonra içeri girdi.
Bayan Şumihina sert bir sesle çıkıştı ona:
-- Çay saatinde neden gelmiyorsunuz? Volodya yere bakarak karşılık verdi:
-- Bağışlayın beni... Gitme... gitme zamanı geldi anne; saat sekiz.
Anası isteksiz bir tavırla,
-- Sen git, canım, dedi. Bu gece ben Lili'de kalacağım. Güle güle, yavrum...
Yolun açık olsun. Gel öpeyim seni.
Volodya'yı yanağından öptükten sonra Nütya'ya dönerek Fransızca ekledi:
-- Biraz da Lermontov'u andırıyor... değil mi?
Volodya bin bir sıkıntıyla oradakilerle vedalaşarak kimsenin yüzüne bakmadan çay
salonundan çıktı. On dakika sonra istasyon yolundaydı ve yerebatasıca yazlıktan
kurtulduğuna seviniyordu. Artık sıkılmıyor, utanmıyor, rahat soluyabiliyordu.
İstasyona yarım verst kala yolun kenarındaki bir taşa oturup yarısına kadar ufka
gömülmüş güneşi seyretmeye koyuldu. İstasyonda birkaç ışık yanmıştı. İleride
buğulu, küçük, yeşil bir ışık görünüyordu, ama tren daha görünürlerde yoktu.
Hareketsiz oturup çevreye akşamın ağır ağır çöküşünü iz
20
lemek Volodya'nın sıkıntılarını hafifletmişti. Kameriyenin yarı karanlığı, ayak
sesleri, banyo kokusu, kahkaha ve bel... bunların hepsi şimdi kafasından
şaşırtıcı bir canlılıkla bir daha geçiyordu. Gurubu seyrederken bütün bunlar o
kadar korkunç gelmiyordu ona.
"Önemsiz şeyler bunlar," diye düşünüyordu. "Elimi itmedi, kollarımı beline
doladığımda güldü. Hareketim hoşuna gitmeseydi güler miydi? Kızardı,
köpürürdü..."
Ve Volodya orada, kameriyede yeterince cesaretli olamadığına içerliyordu şimdi.
Böyle aptalca uzaklaşması da anlamsızdı doğrusu. Öyle bir fırsat bir daha eline
geçse artık kuşu kaçırmaz, daha pişkin davranır, durumu daha iyi
değerlendirirdi...
Fırsatı yakalamak o kadar güç değildi ki. Şumihin'lerde her akşam yemeğinden
sonra bahçeye çıkılıp biraz dolaşılır. Karanlıkta Nütya'nın yanına yaklaşsa...
bundan daha iyi fırsat mı olurdu!
Volodya, içinden, "Döneceğim oraya," diyordu. "Yarın, sabah treniyle giderim...
Treni kaçırdığımı söylersem inanırlar."
Ve döndü... Bayan Şumihina, anası, Nütya ve yeğenlerden biri taraçada
oturmuşlar, briç oynuyorlardı. Treni kaçırdığını söyleyince hepsi birden
kaygılanıp sabahleyin erken kalkıp gitmesini, sınava geç kalmamasını
tembihlediler. Onlar oynarlarken Volodya bir kenara oturmuş, tutkulu gözlerle
Nütya'yı süzüyor, bekliyordu... Kafasında planı hazırdı: Karanlıkta ona
yaklaşacak, elinden tutacak, sonra kucaklayacaktı onu. Konuşmaya, birşeyler
söylemeye hiç gerek yoktu. İkisi de konuşmadan birbirini anlayacaklardı.
İşe bakın ki, yemekten sonra kadınlar bahçeye çıkmadılar. Oturup oyunlarına
devam ettiler. Saat bire kadar oynayıp sonra odalarına dağıldılar.
Yatmaya hazırlanırken hayıflanıyordu Volodya: "Tüh be! Ne şans! Ama olsun
varsın, yarını var bu işin... Gene kameriyede... Yarın olan olacak..."
21
Uyumaya çalıştığı yoktu. Dizlerini avuçlarının içine alarak karyolasında oturmuş
düşünüyordu. Sınavı aklına getirmek bile istemiyordu. Okuldan atılacağını
düşünüyor, ama hiç tasalanmıyordu. Her şey hoş, hatta çok hoştu şimdi. Okuldan
atılmak bile... Yarın bir kuş kadar özgür olacak, sivil giysi giyecek, açlıktan
açığa sigara içecek, istediği zaman buraya gelip Nütya ile oynaşacaktı. Geri
kalan meslek ve geleceğini kazanmak problemleri ise kolaydı: ya serbest bir iş
tutacak, ya da posta idaresine telgraf memuru olarak girecekti. Bunlardan biri
olmazsa eczaneye de girebilirdi. İyi çalıştıktan sonra kalfalığa kadar
yükselebilirdi orada insan... Az mı meslek vardı dünyada ki üzülsündü okuldan
atıldığına... Aradan iki saat geçmişti, Volodya hâlâ oturuyordu.
Odasının kapısı hafif gıcırdayarak dikkatle açıldığında saat üçtü, ortalık
aydınlanmaya başlamıştı. Gelen anasıydı. Esneyerek,
-- Uyumuyor musun? diye sordu. Uyu, uyu, hemen gideceğim ben... İlaç almaya
geldim...
-- Ne yapacaksınız ilacı?
. -- Zavallı Lili'nin sancısı tuttu yine. Sen uyu, yavrum, yarın sınava
gireceksin...
Anası gözden bir şişe aldı, pencereye gidip üstünü okudu ve çıkıp gitti. Aradan
bir dakika geçti geçmedi ki, Volodya bir kadın sesi işitti:
-- Bu o damla değil, Mariya Leontyevna! İnci çiçeği bu, oysa Lili morfin istiyor.
Oğlunuz uyuyor mu? Rica edin, bir de o baksın...
Bu Nütya'nın sesiydi. Volodya'nın sırtından soğuk terler boşaldı. Yerinden
fırlayıp pantolonunu giydi, omuzlarına pijamasının üstünü aldı ve kapıya gidip
dışarıyı dinlemeye başladı. Nütya fısıldıyordu:
-- Anladınız mı? Morfin! Kutunun üstünde yazılar belki Latincedir. Volodya'yı
uyandırın, o bulur...
Anası kapıyı açtı. Volodya, Nütya'ya baktı. Her zaman banyoya gittiği
bluzuylaydı. Saçları omuzlarına karmakarışık 22
dökülmüş, gözleri uykulu, rengi loş ışıkta daha bir esmerdi...
-- Bakın, işte Volodya da uyanık, dedi. Volodya'çığım, gözde morfini bulur musun
bize, şekerim! Bu da Lili'nin kaderi işte... Her zaman bir derdi olur
zavallının.
Anası birşeyler mırıldanarak esnedi ve gitti. Nütya,
-- Bir baksanıza, dedi. Ne dikiliyorsunuz?
Volodya gidip komodinin önünde diz çöktü, ilaç şişelerini ve kutularını
karıştırmaya başladı. Elleri titriyor, içinde soğuk dalgalar koşuşuyormuş gibi
göğsünde ve midesinde acayip birşeyler hissediyordu. Titreyen elleriyle boşuna
karıştırdığı eter, fenol ve çeşitli ot ilacı şişelerinden sızan kokulardan
boğulacak gibi oluyor, başı dönüyordu. •
"Annem gitti..." diye geçiriyordu içinden. "Bu iyi işte... İşler yolunda
demektir..."
Nütya sözcükleri yayarak,
-- Çabuk bulabilecek misiniz? diye seslendi. Volodya, şişelerden birinin üstünde
'Morph...' görünce,
-- Buldum... dedi. Morfin bu olacak... Buyrun!
Nütya kapıda, bir ayağı koridorda, bir ayağı içeride kalacak şekilde durmuş,
bekliyordu. Saçlarını düzeltmeye çalışıyordu ya, sık ve uzun oldukları için öyle
kolay kolay düzelmiyorlardı. Bir yandan da Volodya'ya bakıyordu. Henüz güneşin
aydınlatmadığı kurşunî gökten odaya dolan soluk ışıkta Nütya, geniş bluzu
içinde, uykulu haliyle, dağınık saçlarıyla Volodya'ya her zamankinden daha bir
çekici, olağanüstü gelmişti... Şişeyi ona verirken bu iç gıcıklayıcı bele
kameriyede sarılışını başı dönerek anımsadı. Şaşırmış, titriyordu:
-- Ne hoşsunuz... dedi birden. Nütya,
-- Anlayamadım, efendim? diye sordu ve içeri girip gülümseyerek ekledi:
-- Bir şey mi söylediniz?
Volodya, susarak yüzüne bakıyordu. Birdenbire kameriyede yaptığı gibi elini
tuttu... Beriki gülümseyerek ona bakı
23
yor, sonunu bekliyordu. Volodya titrek bir sesle,
-- Sizi seviyorum... dedi.
Nütya ciddileşerek bir an düşündü ve,
-- Susun, diye fısıldadı, birisi geliyor herhalde. Kapıya gidip koridora
baktıktan sonra ekledi:
-- Ah siz liseliler! Kimsecikler yok...
Ve tekrar odaya döndü. O anda Volodya'ya oda, Nütya, alacakaranlık ve kendisi
birleşerek, insanın uğruna rahat yaşantısını kenara itip sonsuz acılara seve
seve atılabileceği olağanüstü, şimdiye dek hiç tadılmamış güçlü bir mutluluğa
dönüştüler gibi gelmişti. Ama yarım dakika sonra bu duygu kayboldu. Ablak,
çirkin, tiksintiden buruşmuş bir yüz görmüştü karşısında. Ve olanlardan kendi de
iğrendi birden. Nütya yüzünü buruşturmuş, ona bakıyordu: -- Durun, gideceğim. Uf,
ne de çirkin, zavallı bir şeymişsiniz... İğrenç domuz!
Uzun saçları, bol bluzu, adım atışı, sesi ne kadar da iğrenç geliyordu
Volodya'ya şimdi!..
Odada yalnız kalınca, "İğrenç domuz..." diye mırıldandı kendi kendine. "İğrenç
olduğum doğru... Ama her şey iğrenç aslında."
Dışarısı iyice aydınlanmıştı. Güneş doğmuş, kuşlar cıvıl cıvıl ötmeye
başlamışlardı. Bahçıvanın bahçede yürüyüşü, elarabasının'gıcırtısı
duyuluyordu... Biraz sonra sığırların böğürtüsü, bakıcılarının bağrışması
başladı. Güneş ve sesler Volodya'ya bu dünyanın uzak, bilinmeyen bir ülkesinde
temiz, mutlu, duygulu bir yaşantının varlığını söylüyorlardı. Ama nerede? Bunu
ne anası ne de çevresindeki öteki tanıdıkları söylüyordu ona.
Uşak, sabah trenine yetişmesi için onu uyandırmaya geldiğinde uyuyormuş gibi
yaptı...
"Cehennemin dibine kadar yolun var!.." dedi içinden.
On birde yataktan kalktı. Aynada saçlarını tararken geceyi uykusuz geçirdiği
için renksiz, biçimsiz yüzüne bakarak:
-- Kadın haklı... diye mırıldandı. İğrenç bir domuzdan
24
farkım yok.
Annesi onun sabah treniyle gitmediğini görünce çok şaştı. Volodya,
-- Uyanamadım anne... dedi. Ama merak etmeyin, rapor alacağım.
Bayan Şumihina ve Nütya saat birde uyandılar. Volodya, Bayan Şumihina'nın uyanıp
gürültüyle penceresini açışını, kaba seslenişine Nütya'nın şakrak bir kahkahayla
karşılık verişini duydu. Çay salonunun kapısının açılışını, kız yeğenlerle
sığıntı dizisinin (anası sonunculardandı) kahvaltı masasını kuşatışını, yanında
kentten yeni gelmiş mimarın siyah kaşları ve sakalları ile Nütya'nın yıkanmış,
güleç yüzünün salonu aydınlatışını izledi.
Nütya'nın üstünde ona hiç de yakışmayan biçimsiz bir Ukrayna giysisi vardı.
Mimar kabasaba şakalar yapıyordu. Kahvaltıda verilen köftelere nedense çok soğan
koymuşlardı... Bütün bunlar Volodya'ya böyle geliyordu aslında. Nütya'nın
bilerek öyle yüksekten kahkahalar attığını sanıyordu. Geceyi tümüyle unuttuğunu,
olanları umursamadığını, iğrenç domuzun masada varlığını bile fark etmediğini
ona belli etmek için ondan yana önem vermeden baktığına inanıyordu.
Akşamüzeri dörtte anasıyla istasyona gittiler. İnsanın yüzünü kızartan anılar,
uykusuz geçen bütün bir gece, okuldan atılma olasılığı, iç sızısı sonsuz bir
umutsuzluğa, karanlık bir öfkeye salıyordu onu. Anasının sıska profiline, küçük
burnuna, Nütya'nın. armağanı bluzuna bakıyor, bir yandan da kızgın bir sesle,
-- Zorunuz ne? diyordu annesine. Sizin yaşmızdaki bir kadına böyle şeyler
yakışmıyor! Güzelleşmek için yapmadığınız kalmıyor, kumar borcunuzu ödemiyor,
başkalarının sigarasından otluyorsunuz... Bu çok ayıp şey! Sizi sevmiyorum...
Nefret ediyorum sizden!
Oğlunun onur kırıcı sözlerine karşı ana, ürkek ürkek çevresine bakmıyor,
ellerini ovuşturuyor, dehşet içinde:
,
25
-- Ne oluyorsun, yavrum? diye mırıldanıyordu. Allahım, kondüktör duyacak! Sus,
rezil olacağız! Söylediklerini duyuyor!
Volodya, öfkeyle soluyarak devam ediyordu:
-- Sevmiyorum sizi işte... Nefret ediyorum sizden! Ahlâksız, ruhsuz... Bu bluzu
bir daha giymeyeceksiniz! Duydunuz mu? Parça parça edeceğim onu...
Ana, ağlıyordu:
-- Kendine gel, yavrum! Arabacı duyuyor!
-- Babamın onca malı mülkü nerde? Sizin paralarınız nerde? Hepsini olur olmaz
yerlerde yiyip bitirdiniz, değil mi? Yoksulluğumdan utanmıyorum, ama sizin gibi
bir annem olduğu için yüzüm kızarıyor... Arkadaşlarım sizi sordukları zaman
yerin dibine girecek gibi oluyorum.
Kente daha iki istasyon vardı. Yolda Volodya, hiç kompartımana girmedi.
Sahanlıkta dikilmiş sinirden titriyordu. Nefret ettiği annesi orada oturduğu
için girmiyordu kompartımana. Kendinden, kondüktörden, trenin dumanından ve
titremesinin nedeni sandığı soğuktan nefret ediyordu... Kara kara düşündükçe, o
uzak, bilinmeyen ülkedeki sevgi, içtenlik, neşe ve özgürlük dolu, tertemiz,
soylu, sıcak, çekici yaşantıyı içinde daha açık seçik duyuyordu... Öyle dalmış,
o yaşantının özlemi içini öyle yakıp kavuruyordu ki, yolculardan biri yüzüne
uzun uzun bakıp,
-- Dişiniz mi ağrıyor? diye sormuştu. Volodya'yla anası, kentte, Mariya Petrovna
isminde soylu bir kadının satın alıp oda oda kiraya verdiği oldukça geniş bir
dairenin iki odasında oturuyorlardı. Bu odalardan geniş pencereli, duvarlarında
altın çerçeveli iki resim bulunanında ananın karyolası vardı. Yandaki küçük,
karanlık oda ise Volodya'nındı. Yattığı divandan başka bir eşyası yoktu orada.
Döşeme, ananın nedense sakladığı hasır giysi ve karton şapka kutularıyla, ıvır
zıvırla doluydu. Volodya derslerini ya annesinin odasında, ya da 'salon'da
(kiracıların yemek yedikleri, akşamları toplandıkları büyük odaya bu isim
konmuştu)
26
hazırlardı. Eve geldiklerinde Volodya odasına çekilmiş, belki titremesini bastırır
diye yatağa girip yorganı başına çekmişti. Şapka, giysi kutuları ve ıvır zıvır aklına
gelince anasından, onu sık sık ziyaret eden konuklarından, şimdi 'salon'dan
gelen seslerden kaçıp sığınabileceği bir odası, yuvası olmadığını anladı...
Nedense birden rahmetli babasıyla bir ara kaldığı Menton geldi gözlerinin önüne.
Biarris ve kumda oynadığı iki İngiliz kızını anımsadı... Göğün ve okyanusun o
andaki rengini, dalgaların yüksekliğini, ruhsal durumunu hayâlinde canlandırmaya
çalıştı, ama başaramadı. Yalnız İngiliz kızları seçikti, geri kalan her şey
bulanık, karmakarışıktı...
"Olmuyor, burası soğuk," diye geçirdi içinden ve kalkıp pardösüsünü giydi,
'salon'a gitti.
Orada çay içiliyordu. Semaverin başında üç kişi vardı: Anası, gözlüklü müzik
öğretmeni kocakarı ve parfümeri fabrikasında çalışan şişko, orta yaşlı Fransız
Avgustin Mihayloviç.
-- Bugün öğle yemeği yemedim, diyordu anası. Hizmetçiyi ekmek almaya göndersem
iyi olacak.
Fransız:
-- Dunyaş! diye seslendi.
Gelen giden olmadı. Yandan, hizmetçiyi ev sahibesinin bir yere yolladığını
söylediler. Fransız, gevrek gevrek gülümseyerek,
-- Zararı yok,' dedi. Ben hemen gider size ekmek alırım. Üzülmeyin!
Kalkıp sert, pis kokulu sigarasını görünür bir yere koydu, şapkasını başına
geçirdi ve çıktı. Anası onun arkasından müzik öğretmenine, Şumihin'lerde
geçirdiği günleri ve orada ne güzel ağırlandığını ballandıra ballandıra
anlatmaya başlamıştı:
-- Lili Şumihina akrabam olur... Rahmetli kocası General Şumihin,
kocamın
kuzeniydi.
Lili'nin babası
Baron Kolb...
27
Volodya haykırarak sözünü kesti:
-- Anne, yalan bunların hepsi! Niçin yalan söylüyorsunuz?
Annesinin anlattıklarının doğru olduğunu, içlerinde bir sözcüğün bile yalan
olmadığını pekâlâ biliyordu. General Şumihin ve Baron Kolb hakkındaki sözleri de
doğruydu. Ama nedense hepsi yalanmış gibi geliyordu ona. Anasının ses tonunda,
yüz ifadesinde, bakışlarında, her şeyindeydi yalan.
-- Yalan söylüyorsunuz! diye bir daha bağırdı ve var gücüyle bir yumruk indirdi
masaya. Öyle ki, semaver sarsılmış, anasının bardağı devrilmiş, çayı üzerine
dökülmüştü. Devam etti:
-- Baron ve generalleri niçin anlatıyorsunuz şimdi? Neden yalan söylüyorsunuz?
Müzik öğretmeni şaşırmıştı. Gıcık tutmuş gibi mendilini çıkarıp öksürdü. Anası
ise ağlıyordu.
"Ne yapsam acaba?" dedi içinden Volodya.
Sokağa çıkamazdı, arkadaşlarına gitmekten de utanıyordu. Gene İngiliz kızlarını
hatırladı... 'Salon'un bir başından öte başına yürüdü, Avgustin Mihayloviç'in
odasına daldı. Keskin bir eter ve tuvalet sabunu kokusu vardı içeride. Masanın
üstü, pencerelerin içi, hatta sandalyeler irili ufaklı renk renk şişelerle
doluydu. Volodya, masanın üstündeki gazeteyi aldı, çevirip ismini okudu:
'Figaro'... Ne de hoş kokuyordu. Sonra yine masadan tabancayı aldı...
'Salon'da müzik öğretmeni anayı yatıştırmaya çalışıyordu:
-- Üzmeyin kendinizi artık!
Olur böyle şeyler, daha gençtir! Onun yaşındaki
gençler çoğunlukla böyle olurlar. Kendinizi alıştırmalısınız.
-- Yanılıyorsunuz, Yevğeniya Andreyevna, benimki kimseye benzemez! Başında bir
büyüğü yok ki terbiye etsin. Ben çok zayıf kalıyorum. Şanssızlık bende!
Volodya tabancanın namlusunu ağzına soktu, tetiğe benzer bir çıkıntı geldi
eline, çekti... Sonra başka bir çıkıntı da
28
ha buldu, onu da çekti. Namluyu ağzından çıkarıp pardösüsünün eteğiyle kuruladı,
gidip kapının kilidine bir daha baktı. Ömründe ilk kez eline silâh alıyordu...
"Önce burayı kaldırmak gerek herhalde..." diye geçirdi içinden, "evet,
herhalde..."
Bu arada Avgustin Mihayloviç dönmüş, 'salon'da, sesli sesli birşeyler anlatıyor,
kahkahayla gülüyordu. Volodya namluyu yeniden ağzına soktu, parmağıyla eline gelen
çıkıntıyı itti. Bir patlama oldu... Ensesine bir şey hızla çarptı gibi geldi ona
ve yüzüstü masaya, şişelerin üzerine düştü. Sonra babasını gördü. Menton'daydılar.
Bir kadın ölmüş, babası onun yasını tutuyordu. Başında geniş, siyah şeritli bir
fötr şapka vardı. Birden Volodya'yı iki eliyle kaptı, birlikte çok karanlık,
uçsuz bucaksız bir uçurumun içine uçtular.


Sonra her şey karıştı, kayboldu...


anton çehov

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder