7 Mart 2013 Perşembe

vahşi hafiyeler / roberto bolano



 
2 Kasım
Nazik bir davetle damardan gerçekçilik akımına katılmam istendi. Kabul ettim elbette. Katılım merasimi yapılmadı. Böylesi daha iyi.
3 Kasım
Damardan gerçekçiliğin ne olduğunu pek iyi bilmiyorum. On yedi yaşındayım. Adım Juan García Madero. Hukuk fakültesinin birinci sömestrine kayıtlıyım. Ben hukuk değil edebiyat istiyordum, ama amcam çok ısrar etti, sonunda teslim oldum. Öksüzüm. Avukat olacağım. Amcama ve yengeme böyle dedim, ama sonra odama kapanıp bütün gece ağladım. Yani hiç değilse gecenin büyük bir bölümünde. Sonra da boynumu büküp şanlı Hukuk Fakültesi’ne girdim; ama bir ay sonra Felsefe ve Edebiyat Fakültesi’nde Julio César Álamo’nun yönettiği şiir atölyesine yazıldım. Böylece, damardan gerçekçilere, ya da gerçek damardancılara, hatta ara sıra aralarında kullandıkları deyimle gerçekaltıcılara katılmış oldum. Şimdiye kadar dört kez katılmıştım Atölye’ye ve hiçbir şey olmamıştı, tabii hiçbir şey derken lafın gelişi, yoksa iyi düşünecek olursak hep bir şeyler oluyordu: Şiirler okuyorduk ve Álamo okunanları, o an içinde bulunduğu ruh haline göre ya övüyor ya da yerle bir ediyordu. Aramızdan biri bir şiir okuyor Álamo eleştiriyordu, bir başkası bir başka şiir okuyor Álamo eleştiriyordu, gene bir başkası okuyor Álamo eleştiriyordu. Bazen Álamo eleştirmekten sıkılıyor bizim de eleştirmemizi istiyordu (yani o anda şiir okumayanlarımızın). O zaman biz eleştiriyorduk, Álamo da gazete okuyordu.
Bu yöntem katılımcıların birbirleriyle arkadaşlık kurmasını önlemek için, ya da eğer kurulacak olursa bu arkadaşlıkların hastalıklı ve hırsa dayalı olmasını sağlamak için biçilmiş kaftandı.
Öte yandan, her ne kadar durmadan eleştiriden söz ediyor olsa da Álamo’nun iyi bir eleştirmen olduğunu söyleyemeyeceğim. Artık salt konuşmuş olmak için konuştuğuna inanıyorum. Dolaylamanın ne olduğunu, pek iyi olmasa da biliyor. Ancak beşlik (herkesin bildiği gibi klasik şiir ölçüsünde beş ölçüden oluşan nazım sistemidir) nedir bilmiyordu, ne nicárqueo’nun (ki falecio’ya benzer bir dizedir) ne olduğundan; ne de tetrástico’dan (ki dört dizeli kıtadır) haberdardı. Bilmediğini nereden mi biliyorum? Çünkü Atölye’ye katıldığım ilk gün sormak hatasını yaptım. Kim bilir aklım nerelerdeydi. Bunları ezbere bilen tek Meksikalı şair (bizim en büyük düşmanımız) Octavio Paz’dır, ötekilerin bu konuda en ufak bir fikri yok; böyle olduğunu bana damardan gerçekçilik saflarına katılıp dostça kabul edilişimden birkaç dakika sonra Ulises Lima söyledi. Álamo’ya bu tür sorular sormak patavatsızlıktı, çok geçmeden anlayacaktım bunu. Başlangıçta bana bakarak gülümsemesinin beğeniden kaynaklandığını düşündüm. Sonra anladım ki aşağılayıcı bir gülümsemeydi bu. Meksikalı ozanlar (sanırım sadece Meksikalı ozanlar değil, bütün ozanlar) kendilerine cehaletlerinin hatırlatılmasından nefret ederler. Ama ben yılmadım, katıldığım ikinci oturumda birkaç şiirimi yerle bir etmesinden sonra rispetto’nun* ne olduğunu bilip bilmediğini sordum. Álamo, şiirlerime saygı göstermesini istiyorum sandı ve uzun uzun objektif eleştiri nedir anlatmaya koyuldu. Bütün genç ozanlar bu yolu kat etmeliymişler, filan falan. Ama lafı daha fazla uzatmasına izin vermedim, kısa yaşamım boyunca kimseden zavallı yapıtlarıma saygı göstermesini talep etmediğimi açıkladıktan sonra, bu kez elimden geldiğince düzgün telaffuz etmeye gayret göstererek, sorumu yineledim.
“Bu saçmalıklarla çıkma karşıma García Madero,” dedi Álamo.
“Rispetto, sevgili hocam, bir lirik şiir türüdür, daha doğrusu aşk şiiridir; on bir heceli altı ya da sekiz dizeden oluşur, ilk dördü taşlama biçiminde, sonrakiler uyaklı çift dizeler olarak yazılır. Örneğin…” diye bir-iki örnek vermeye hazırlanıyordum ki Álamo sıçrayıp kalktı ve tartışmaya son verdi. Ondan sonra olanlar bulanık (oysa belleğim iyidir): Álamo’nun ve Atölye arkadaşlarımdan dört-beşinin güldüğünü anımsıyorum, büyük olasılıkla benimle dalga geçiyorlardı.
Benim yerimde başkası olsa bir daha o Atölye’ye adımını atmazdı, ama onca kötü anıya karşın (ya da herhangi bir anı yokluğunda, ki bu kötü şeyler anımsamaktan, hatta kötülükleri belleğin derinliğine atmaktan da beter) ertesi hafta her zamanki gibi tam saatinde Atölye’de hazır ve nazırdım.
Sanırım beni Atölye’ye döndüren yazgımdı. Katıldığım beşinci toplantıydı bu (ama sekizinci de olabilir dokuzuncu da, son günlerde zaman gönlünce uzayıp kısalıyor, bunu fark ettim), havada trajedinin karşı akımı olan bir gerginlik uçuşuyordu, ama kimse nedenini çıkaramıyordu. Bir kere, o gün hepimiz, yani dersler başladığında Atölye’ye kaydolan yedi şair öğrenci oradaydık, ki bu daha önceki toplantılarda hiç yaşanmamış bir durumdu. Sonra, hepimiz tedirgindik. Genelde pek sakin olan Álamo bile sanki tam kendinde değildi. Bir an için üniversitede bir şeyler olmuş olabileceğini düşündüm, kampüste silah çekilmiş olabilirdi, ya da sürpriz bir grev, fakülte dekanına suikast girişimi, bir felsefe profesörünün kaçırılması ya da benzeri bir olay. Ama bunlardan hiçbiri gerçekleşmemişti ve doğrusunu söylemek gerekirse kimsenin tedirgin olmak için geçerli bir nedeni yoktu. En azından nesnel bir nedeni. Ama şiir (gerçek şiir) böyledir işte: Gelişini haber verir, kendini havada sezdirir; dediklerine bakılırsa tıpkı depremlerin kendini bazı hayvanlara hissettirdiği gibi. (Özel duyarlıkları olan bu hayvanlar yılanlar, solucanlar, fareler ve bazı kuşlarmış.) Bundan sonra her şey hızla gelişti, belki biraz biçimsiz bir benzetme olacak ama olanları olağanüstü diye nitelemekten kendimi alamıyorum. Damardan gerçekçi iki ozan geldi. Álamo, istemeye istemeye ozanları bize tanıttı. Aslında şahsen sadece birini tanıyordu, ötekini hakkında duyduklarından biliyordu, belki adı yabancı gelmiyordu, ya da birileri kendisine bu şairden söz etmişti. Her neyse, bu ikinci ozanı da tanıttı.
Bu şairler neden gelmişlerdi, aradıkları neydi, bilmiyorum. Görünüşe bakılırsa ziyaret açıkça çatışma niteliği taşıyordu, ama bunun yanı sıra propaganda amacından da yoksun sayılmazdı. Başlangıçta damardan gerçekçiler sessiz ve naziktiler. Álamo ise diplomatik, hafifçe alaycı bir tavır takınmış, olayların gelişmesini bekler gibiydi. Ama yavaş yavaş, konukların çekingenlikleri karşısında cesaretlenmeye başladı, yarım saat geçmiş geçmemişti ki toplantı her zamanki havasına girdi. İşte gerçek savaş o zaman başladı. Damardan gerçekçiler Álamo’nun kullandığı eleştiri yöntemini sorgulamaya başladılar. Álamo da gelgitler arasında, Atölye’nin beş üyesinin desteğiyle, damardan gerçekçileri aşağılık gerçeküstücülük ve sahte Marksistlikle suçladı. Her yere koltuğunun altında bir Lewis Carroll kitabıyla giden ve neredeyse hiç ağzını açmayan sıska bir delikanlı dışında, ki açık söylemek gerekirse bu davranışı beni şaşırttı, bütün öğrenciler Álamo’ya arka çıkmışlardı. Hocayı onca hararetle destekleyen bu kişiler, başka zamanlar hocanın en acımasız eleştirilerini yönelttiği kişilerin ta kendileriydi (bu da bana şaşırtıcı geldi). O anda benim de çorbada tuzum bulunsun istedim ve Álamo’yu rispetto’nun ne olduğu hakkında en ufak bir fikri olmamakla suçladım. Damardan gerçekçiler de rispetto’nun ne olduğunu bilmediklerini kabul ettiler, ama gözlemimi yerinde bulup onayladılar. İçlerinden biri bana yaşımı sordu; on yedi yaşında olduğumu söyledim ve bir kez daha rispetto’nun ne olduğunu anlatmaya çalıştım. Álamo öfkeden kıpkırmızı kesilmişti; öğrenciler beni ukalalıkla suçladılar (biri akademist olduğumu söyledi). Damardan gerçekçiler beni savundular. Hazır başlamışken Álamo’ya ve gruptakilere hiç değilse nicárqueo’nun ya da tetrástico’nun ne olduğunu anımsayıp anımsamadıklarını sordum. Kimse yanıt veremedi.
Tüm beklentilerimin tersine tartışma ana avrat dümdüz gitmeden son buldu. Öyle olsaydı daha memnun olacağımı itiraf etmeliyim. Gerçi Atölye’dekilerden biri bir gün Ulises Lima’nın suratını dağıtmaya yemin ettiyse de sonunda hiçbir şey olmadı, yani şiddet içeren bir şey demek istiyorum. Ama ben bu gözdağına tepki gösterdim (altını çiziyorum, tehdit bana değildi), kampüsün istediği yerinde, istediği gün, istediği saatte gözdağı verenle yüzleşmeye hazır olduğumu söyledim.
Akşam kapanış sürprizli oldu. Álamo, Ulises Lima’ya hodri meydan diyerek bir şiirini okumaya davet etti. Lima kimsenin yalvarmasını beklemeden ceketinin cebinden bir tomar buruşuk, kirli kâğıt çıkardı. Ne korkunç, diye geçirdim içimden, bu enayi kendi kendini aslanın ağzına attı. Sanırım onun yerine utancımdan gözlerimi yumdum. Şiir okunacak zaman var, yumruk yumruğa gelecek zaman var. Bana göre o âna bu ikincisi uygundu. Dediğim gibi, gözlerimi yumdum, Lima’nın gırtlağını temizlediğini duydum. Çevresinde oluşan tedirgin sessizliği duydum (sessizliği duymak mümkünse tabii, bu konuda kuşkuluyum). Ve sonunda o güne dek duyduğum en güzel şiiri okuyan sesi duydum. Sonra Arturo Belano yerinden kalkarak damardan gerçekçilerin çıkarmayı düşündükleri dergide yazacak şairler aradıklarını söyledi. Herkes katılmak için can atıyordu, ama bütün o tartışmalardan sonra çekiniyorlardı, kimse ağzını açmadı. Toplantı bitince (her zamankinden daha geç bitmişti) otobüs durağına damardan gerçekçilerle beraber gittim. Çok geç olmuştu. Artık otobüsler işlemiyordu. Reforma caddesine dek hep beraber bir arabaya binmeye karar verdik, oradan da yürüyerek Bucareli sokağındaki bir bara gittik, geç vakitlere dek barda oturup şiir üzerine sohbet ettik.
Konuşulanlardan pek bir şey çıkaramadım. Grubun adı bir açıdan şaka, bir açıdan tam anlamıyla ciddi. Sanırım yıllar önce Meksikalı öncü bir grup da damardan gerçekçiler diye anılıyormuş, ama bir yazar grubu muydu, yoksa ressam, gazeteci ya da devrimci bir grubun mu adıydı, bilmiyorum. Galiba bin dokuz yüz yirmilerde ya da otuzlarda etkinmişler, onu da tam bilmiyorum. Tabii ki grubun adını hiç duymamıştım; bu da edebiyat konusundaki cahilliğimin doğal sonucu (dünyadaki bütün kitaplar okumam için beni bekliyor). Arturo Belano’ya göre damardan gerçekçiler Sonora çöllerinde yok olmuşlar. Sonra, Cesárea Tinajero ya da Tinaja diye birisinden söz ettiler, adını tam anımsamıyorum. Bu adı andıklarında, sanırım bira yüzünden, bağıra çağıra bir garsonla tartışıyordum. Comte de Lautréamont’un Poésie’sinde o Tinajero denen kişiyle ilgili bir şeyler varmış. Daha sonra Lima gizemli bir sav attı ortaya. Ona göre bugünkü damardan gerçekçiler geriye doğru yürüyorlarmış. Nasıl geriye doğru? diye sordum.
“Geri geri, önlerinde ilerideki bir noktaya bakarak ama o noktadan uzaklaşarak, bilinmeze doğru düz bir çizgi üzerinde.”
Bana kalırsa böyle yürümek çok iyi, dedim, ama aslında hiçbir şey anlamamıştım. İyi düşünülecek olursa en kötü yürüyüş biçimi.
Daha geç bir saatte başka şairler de geldi, bazıları damardan gerçekçi, bazıları değil, gürültü patırtı çekilmez oldu. Bir ara, masamıza yaklaşan her tuhaf yaratıkla çene çalan Belano ve Lima’nın beni unuttuklarını düşündüm, ama sabaha karşı çeteye katılmak isteyip istemediğimi sordular. “Grup” ya da “hareket” demediler, çete dediler, bu da hoşuma gitti. Elbette isterim, dedim. Çok kolay oldu. İçlerinden biri, Belano, elimi sıktı, artık onlardan biri olduğumu söyledi, sonra da bir rençber şarkısı söyledik. Hepsi bu kadar. Şarkının sözleri kuzeyde kayıplara karışmış köylerden ve bir kadının gözlerinden söz ediyordu. Sokakta kusmaya başlamadan önce şarkıdaki kadın Cesárea Tinajero mu diye sordum. Belano ve Lima yüzüme baktılar, artık damardan gerçekçi olduğumdan hiç kuşkuları kalmadığını, hep beraber Latin Amerika şiirini değiştireceğimizi söylediler. Saat altıda bir taksiye binip Lindavista mahallesindeki evime geldim. Bugün üniversiteye gitmedim. Bütün gün odama kapanıp şiir yazdım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder