5 Nisan 2013 Cuma

friedrich nietzsche, neden böyle iyi kitaplar yazıyorum




 Birisi ben, öbürü de yazılarım. –Burada onların kendilerinden söz açmadan önce, anlaşılıp anlaşılmamaları sorusuna değineyim. Bu işi, konunun elverdiği ölçüde, üstünkörü yapıyorum. Çünkü zamanı gelmedi daha bu sorunun. benim zamanın da gelmedi daha; kimi insan öldükten sonra doğar. –Günün birinde, insanların benim anladığım gibi yaşayacakları, öğretecekleri öğretim kurumları gerekecek: Belki  de Zerdüşt’ün yorumlanması için ayrıca kürsüler bile kurulacak. Ama daha şimdiden, getirdiğim doğruları duyacak kulaklar, alacak eller beklemem, kendi verdiklerimi almak istememelerini anlaşılır bulduğum gibi, ayrıca işin doğrusu da budur sanıyorum.

Beni başkasıyla karıştırmalarını istemem; önce kendi kendimi karıştırmamalıyım bunun için de. Bir kez daha söyleyeyim, “kötü niyetle” pek karşılaşmadım yaşamımda; yazın alanında da hemen hemen bir tek “kötü niyet” örneği gösteremem. Buna karşılık sürüyle arık derilik… Bana öyle geliyor ki, bir kimsenin kitaplarımdan birini eline alması, kendine verebileceği en yüksek pâyedir; bunu yaparken umarım ayakkabılarını –çizmeleriniyse haydi haydi– çıkarıyordur…

Doktor Heinrich von Stein bir kez Zerdüşt’ümün tek sözcüğünü bile anlayamadığından açık sözlülükle yakındığında, ona bunun böyle olması gerektiğini söylemiştim: Onun altı cümleciğini anlamak, yani yaşamış olmak, “çağdaş” insanların çıkabileceğinden çok daha yükseklere götürür ölümlüleri. Bende ayrılığımın bu duygusu varken, tanıdığım “çağdaşların” beni yalnızca okumuş olmaları bile isteyebilir miyim hiç? Benim utkum Schopenhauer’inkinin tam tersindedir, –ben “non legor, non legar” (Okunmuyorum, okunmayacağım. Başyapıtı “İstem ve Tasarım Olarak Dünya” neden sonra satılmaya başladığında, Schopenhauer sevinçle “legor legar” –okunuyorum, okunacağım– demişti) diyorum. Sakın yazılarıma “hayır” deyişlerindeki bönlüğün bana tattırdığı eğlenceyi küçümsüyorum sanılmasın.

Daha bu yaz, ağır, pek ağır basan yazılarımla belki de baştanbaşa yazı alanının dengesini sarstığım sıralar, Berlin Üniversitesi profesörlerinden biri bütün iyi niyetiyle bana sezdirmeye çalışmıştı: Başka bir biçimde yazmalıymışım artık; kimse okumuyormuş böylesini. –Bunun en aşırı iki örneği sonunda Almanya’da değil de İsviçre’de çıktı. Dr. V. Widmann’ın (İsviçreli yazar. “Bund” dergisi yöneticilerinden.) “Bund” dergisinde, “İyi ve Kötünün Ötesinde” üzerine “Nietzsche’nin Tehlikeli Kitabı” başlığıyla çıkan yazısı ve gene “Bund”da Bay Karl Spitteler’in (İsviçreli ozan. Nobel ödülü –1919–) genel olarak yazılarım üstüne toptan bir incelemesi: Bunlar benim yaşamımda bir doruktur, neyin doruklarını olduklarını söylemeyeyim…

Örneğin bu sonuncusu, Zerdüşt’ümü “yüksek deyiş alıştırması” olarak inceliyor, bundan böyle öze de gereken önemi vermemi diliyordu; Dr. Widmann’a gelince, tüm edepli duyguların kökünü kazımakta gösterdiğim yürekliliği alkışlıyordu o da. Rastlantının ufak bir cilvesi sonucu, burada her cümle, hayran olduğum bir tutarlılıkla, baş aşağı çevrilmiş bir doğruyu söylüyordu: Demek istediklerimin hem de ilginç bir yoldan, tam üstüne basmak için bir tek şey gerekliydi, “tüm değerleri tersine çevirmek”. Kendimi açıklamam bir kat daha önem kazanıyor bu yüzden. –Şu da var ki, hiç kimse birşeyden –kitaplar da giriyor bunun içine– zaten bildiğinden çoğunu çıkarıp alamaz.

Birşey bize yaşantı yoluyla açık değilse onu duyacak kulak da yoktur bizde. Aşırı bir örnek verelim: Bir kitap düşünün ki, baştanbaşa yeni yaşantılardan söz açıyor, sık sık olsun, seyrek olsun, fırsatı çıkmayacak yaşantılardan, –bir dizi yepyeni yaşantı için yepyeni bir dildir; bu durumda kimse birşey duyamaz; şu işitme yanılgısı da birlikte gelir: Birşey duyulmayan yerde, birşey yoktur da… Benim karşılaştıklarımın ortalaması, isterseniz özgünlüğü diyelim, budur işte. Benden birşey anlamadıklarını sananlar, kendi boylarına göre kesip biçtiler beni; tam karşıtımı, örneğin bir “ülkücü” yaptıkları da oldu benden. Hiçbir şey anlamayanlarsa, iler tutar yerimi bırakmadılar. –”Çağdaş” insanların, “iyi” insanların, Hıristiyanların ve öbür “nihilist”lerin karşıtını, en yüksek yetkinlik örneğini gösteren “üstinsan” sözcüğü, töreler yıkıcısı Zerdüşt’in ağzında düşündürücü bir sözcük, hemen her yerde tam bir bönlükle Zerdüşt’ün kişiliğinde canlandırılan değerlerin tersine anlaşıldı, daha yüksek bir insan türünün “ülküsel” örneği olarak, yarı “ermiş”, yarı “deha” olarak anlaşıldı…

Bilgiç geçinen kimi büyük baş hayvan, beni onun yüzünden Darwincilikle suçladı; o kendi de bilmeden, istemeden olmuş büyük kalpazanın, Carlyle’ın öylesine hoyratça çürüttüğüm “yiğitlere tapınma”sını bile seçip tanıyanlar çıktı Zerdüşt’te. Kimin kulağına, Parsifal yerine Cesare Borgia aramasını fısıldadımsa, hiç inanamadı kulaklarına. –Kitaplarım üstüne, özellikle gazetelerde çıkan yazıları hiç merak etmeyişim hoş görülmeli. Dostlarım, yayımlayıcılarım bunu bildiklerinden, o konuda açmazlar ağızlarını. Yalnız bir sefer, tek bir kitaba karşı –ki “İyi ve Kötünün Ötesinde” idi– işlenen günahların tümünü birden görebildim; neler neler söylemezdim bu konuda. Bilmem inanır mısınız, “Nationalzeitung” –yabancı okuyucularım bilmezler, bir Prusya gazetesidir; ben kendi payıma, izin verirseniz, yalnız Journal des Débats okurum –evet o gazete, bütün ciddiliğiyle, kitabımı “çağın belirtisi”, taşra soylularının gerçek felsefesi olarak yorumluyordu; göze alabilse, “Kreuzzeitung”un da yazacağı bu olurdu ancak…
II

Almanlar için söylenmiştir bunlar: Yoksa başka her yerde okuyucularım var, –hepsi de seçkin kafalar, yüksek orunlarda ve görevlerde yetişmiş, kendilerini göstermiş kişiler; gerçek dehalar bile var okuyucularım arasında. Viyana’da, Petersburg’da, Stockholm’da, Kopenhag’da, Paris’te, New-York’ta, her yerde beni buldular; bir o Avrupa’nın basık ülkesi Almanya dışında. Açıkça söyliyeyim, beni okumayanlardan, ne adımı, ne de felsefe sözcüğünü duymuş olanlardan memnunum asıl; ama örneğin burada, Torino’da nereye gitsem herkesin yüzü gülüyor beni görünce. Şimdiye dek en çok gururumu okşayan da, meyve satan yaşlı kadınların bana en tatlı üzümlerini seçip vermek için çırpınmaları. İnsan feylosof oldu mu, böyle olmalı işte… Polonyalılar için boşuna İslav ırkının Fransızları dememişler.

Alımlı bir Rus kadını benim nereli olduğumu anlamakta bir an bile duraklamazdı. Bir türlü beceremem kurumlanmayı; uğraştım mı da şaşkına dönerim olsa olsa… Alman gibi düşünmek, Alman gibi duymak, –elimden herşey gelir de, bir bu gücümü aşar… Eski öğretmenim Ritschl söyler dururdu, filoloji üstüne araştırma yazılarımı bile Parisli bir romancı gibi tasarlamışım, –yani saçmalık derecesinde heyecan verici… “Toutes mes audaces et finesses” (Tüm atılganlıklarım, inceliklerim.) Paris’te bile herkesi şaşırtmış, –bu deyim Monsieur Taine’indir–. Korkarım, bende dithyrambos’un en yüksek biçimlerine varıncaya dek herşeye bir parça o hiç tatsızlaşmayan, “Almanlaşmayan” tuzdan, esprit’den katışmıştır… Başka türlü yapamam. Tanrı yardımcım olsun! Amin. –Hepimiz biliriz bir uzun kulaklının ne olduğunu, kimisi üstelik denemesini yapmıştır. Peki öyleyse, hiç çekinmeden ileri sürerim ki, en kısa kulaklar benimkilerdir. Kadınlar kayıtsız kalmazlar buna; sanırım onları daha bir iyi anladığımı da sezerler… Ben en iyi anti-eşeğim; böylelikle dünya tarihine geçecek bir canavarım; Yunanca anlamıyla –yalnız Yunanca değil– deccal’ım (antichristos) ben…

III
Yazar olarak ayrıcalığım nedir, az çok biliyorum; benim yazılarıma alışmanın beğeniyi nasıl “bozduğunu” da gözlerimle gördüğüm durumlar oldu. İnsan başka kitaplara, hele felsefe üstüne iseler, düpedüz dayanamaz olur. Bu soylu ve ince dünyaya girebilmek benzersiz bir seçkinliktir, –Almanlıkla hiç ilgisi olmamalı insanın bunun için; kısacası, öyle bir seçkinlik ki bu, onu kendi haketmiş olmalı insan.

Ama kim amaçlarının yüksekliğiyle bana benziyorsa, gerçekten coşkular yaşayacaktır burada öğrenirken: Çünkü ben daha hiçbir kuşun uçmadığı yükseklerden, daha hiçbir ayağın yolunu şaşırıp inmediği uçurumlardan geliyorum. Söylediklerine göre, benim kitaplarımı elinden bırakamazmış insan, –uykularını bile kaçırırmışım geceleri… Kitap denen şeyin daha gururlusu, daha incelmişi yazılmamıştır, –onlar yeryüzünde erişilecek en yüksek doruğa, sinizm’e erişirler yer yer; hem en ince parmaklarla, hem en zorlu yumruklarla elde edebilmeli onları. Her türlü ruhsal kusur, sindirim bozuklukları bile, onları anlama yolunu kapatır insana hepten: Sinir diye birşey olmamalı insanda, karnı bile bir keyifli olmalı öyle.

Bir kimsede yalnızca içinin yoksulluğu, köşe bucağının ağır havası değil, asıl o işkembesinde yer etmiş korkaklık, pislik, sinsice öç gütmedir ona yolumu kapayan: Benim bir sözümle tüm kötü içgüdüler yüzüne vurur insanın. Tanıdıklarım içinde bir sürü denek hayvanım vardır; yazılarıma karşı gösterilen çeşit çeşit ve her biri son derece öğretici tepkileri onlarda incelerim. Yazıların özüyle hiçbir alışverişi olmak istemeyenler, örneğin o sözde dostlarım hemen “kişiliksiz” oluverirler: Bir kez daha bunu başardığım için kutlarlar beni, –hem de bir gelişme varmış, daha bir keyifliymiş deyişim… O hep kötüye işleyen kafalar, işi gücü yalan olan “ince duygulu”lar ise, ne yapacaklarını bilemezler bu kitaplarla, –dolayısıyla onları kendilerinden aşağı görürler: İşte ince mantığı “ince duygulu”ların. Tanıdıklar arasındaki büyük baş hayvanlar da –yalnız Almanlar bunlar, hoş görün– demeye getirirler ki, benimle hep aynı kanıda değillermiş ama, gene de arada bir…

Bunu hem de Zerdüşt üstüne söylediklerini duydum… Bunun gibi, insanda her türlü “féminisme”, isterse erkekte olsun, benim kapılarımı kapatır ona; hiçbir zaman o pervasız bilgilerin labirentine giremez. Bu baştanbaşa sert doğrular arasında güle oynaya yaşamak için, insan gözünü budaktan esirgememeli, onun için alışkanlık olmalı sertlik. Tam istediğim gibi bir okuyucu tasarladığımda, hep ortaya yürekli, herşeyi bilmek isteyen bir canavar, ayrıca kıvrak, düzenci, sağgörülü birisi, doğuştan bir serüvenci ve bulucu çıkıyor.

Kısacası, benim sözüm aslında kimleredir, bunu Zerdüşt’ten daha açık söyleyemem: Bilmecesini yalnız kimlere anlatmak istiyor o?

Sizlere, gözüpek arayıcılar, sınayıcılar, –ve her kim kurnazca yelkenleriyle o korkunç denizlere açılmışsa bir kez, –sizlere, bulmacalar içinde esrimişler, alacakaranlığı sevenler, ruhları flüt sesleriyle her tuzağa düşürülebilenler:

Çünkü siz titreyen ellerinizle bir ipi yoklayarak inmek istemezsiniz; ardında ne olduğunu kestirdiğiniz yerde tiksinirsiz kapıyı açmaktan…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder