17 Ekim 2017 Salı

mallorca monologu, thomas bernhard




RUH HALİ

Thomas Bernhard: Mayorka kendi başına beni hiç, ama hiç ilgilendirmiyor. Çünkü burası da kendi evim [Avusturya] gibi bir ülke, bir ada. Kentin, limanın, denizin havası çalışmak için ihtiyaç duyduğum türden. Ben ancak iklimin benim için uygun olduğu yerde çalışabilirim. Burada hem ciğerlerime iyi bakıyorum, hem de beynimi gerektiği gibi kullanabiliyorum. Kendime ve başkalarına karşı ödevim, bir şekilde kafamla bir şeyler yapmak, yani başka bir ifadeyle, kitaplar yazmak ya da cümleleri birbirine bağlamak, ya da düşünceleri –düşünceler burada kuzeydekine göre daha kolay geliyor bana. Avusturya’dayken kafam düğümlenip tıkandığında, buraya geliyorum hemen –gerçekten ideal bir durum.
Öte yandan, çalışma söz konusu olduğunda en mühim mesele –en azından benim için– dilini bilmediğin bir ülkede yaşamaktır, çünkü o zaman insanların sadece hoş şeyler söyledikleri ve sadece önemli felsefî konular üzerine konuştukları hissine kapılırsın. Eğer dillerini anlayacak olursan, saçma sapan konularda konuştuklarını görürsün. İşte İspanya’da bütün bu saçmalıklar felsefî bir hale geliyor benim için.
Temelde, bu kadar çok kötü şey olduğu için yazıyorum. Eğer her şey güzel olsaydı, o zaman muhtemelen hiçbir şey yazamazdım. O zaman hiç kimse yazmazdı. İyi bir haldeyken yazamazsın. Ayrıca, eğer her şey güzel olsaydı, yazmak salakça olurdu, çünkü insanın güzel olan bir şeye kendini bırakması gerekir, değil mi? Ondan faydalanması gerekir. Eğer iyi bir ruh halindeyken masanın başına oturursan, o iyi ruh hali kendi kendini imha etmeye başlar. Neden onun kendini imha etmesine izin vereyim ki? Bütün bir hayatı baştan sona iyi bir ruh haliyle yaşadığını ve hiçbir şey yazmadığını hayal edebilirsin. Fakat, dediğim gibi, iyi bir ruh hali ancak kısa bir süre devam ettiği için, dönüp dolaşıp gene yazmaya başlarsın.

KOMİK FİLOZOFLAR

Komiklik daima bir şeylerin eksikliğiyle ilgilidir, değil mi? Bir kusurla, bir tür ruhsal ya da fiziksel kusurla… Bir palyaçoya güldüğünüzü düşünün. Eğer tamamen normal birisi olsaydı kimse gülmezdi ona, değil mi? Topal ya da tek gözlü olması lâzım, ya da her üç adımda bir düşmesi lâzım, ya da kıçının patlaması veya bir şey fırlatması lâzım. İnsanlar hep bu tür şeylere gülerler, kusurlara ve korkunç acılara…
İnsanları güldürmek istiyor musunuz?
Hayır, ama bu kendiliğinden oluyor zaten. Bunu dert edinmeme gerek yok. Şahsen ben de zaman zaman patlarcasına gülerim, işte bu komik diye düşünürüm. Mesela “Düzelti”yi yazarken ya da metin üzerinde son düzeltmeleri yaparken yüksek sesle güldüğüm oldu, oysa bazı insanlar onda gülünecek bir şey bulamadılar. Bunu hiç mi hiç anlamıyorum. Mesela “Don”u okursanız orada bir sürü komik malzeme bulursunuz, her an kahkahayla gülünecek bir şeyler çıkar karşınıza. Bilmiyorum, insanların mizah duygusu mu yoktur nedir? O kitap hep güldürmüştür beni, bugün de hâlâ güldürür. Canım sıkılıyorsa ya da trajik bir dönemden geçiyorsam, kitaplarımdan birini açar ve gülerim. Bunun neden böyle olduğunu anlamıyorsunuz, değil mi? Tabii bu, zaman zaman komik cümleleri bir arada tutacak ciddi cümleler yazmıyorum demek değil. Zamk gibidir bu; ciddiyet, komik projenin zamkıdır. Yirmi yıldan uzun bir zaman önce, yani yazmaya ilk başladığımda giriştiğim şeyin felsefî anlamda komik bir proje olduğu söylenebilir… Kuru ve saf ciddiyet içeren bir felsefe, haliyle, eğlenceli olmaktan uzaktır, hatta fena halde sıkıcıdır. Oysa Schopenhauer okurken gülebilirim ben. Suratını ne kadar asarsa o kadar eğlenceli olur o. Ancak insanlar onu trajik bir ciddiyetle okuyorlar. Peki ama bir kanişle evlenmiş olan bir adamı ne kadar ciddiye alabilirsiniz ki? Daha en baştan imkânsızdır onu ciddiye almak. Komedyen ve filozoftur o. Bu insanlar büyük tarihî komedyenlerdir. Schopenhauer, Kant, en ciddileri hep böyledir. Pascal da o kendine has Katolik gizemli dinsel haliyle onlardan biridir. Bunlar gerçekten en büyük komik filozoflardır. Daha düşük seviyede olanlar, yani ikinci kategoridekiler tek kelimeyle sıkıcıdır, çünkü onlar bu komik filozofların dayattıkları şeyleri ısıtıp ısıtıp yerler. Onları okumam zaten ben, eğer bir şey okuyacak olursam en büyükleri okurum. Tabii insanın neyin büyük olup neyin olmadığını anlaması zaman alıyor. Bunun için onlarca yıl gerekiyor. Kimse size bu konuda bir şey söylemiyor.
Okulda her şey aynı şekilde tasnif edilmiş, değil mi? Filozoflar da öylece yığılmış halde duruyorlar. Bir turist kafilesi ya da bir ordu gibi sıraya dizilmişler. Binlerce, yüz binlerce filozof var ve tabii ki içlerinden en büyüklerini seçmek zorundasın. Ve tabii ki kimse sana yardımcı olamaz bu konuda.
Eğer bir tür felsefe akbabası olursan –ki ben gençken öyleydim– o zaman hangisini seçeceğini bilirsin. Kant ile Schopenhauer tercih etmeye değer filozoflar arasında yer alırlar, çünkü çılgıncasına komiktirler. Sizce de öyle değil mi?

BABALAR VE ORGANLAR

Herkesin bir babası olduğunu fark ettiğimde okul çağına gelmiştim. Daha önce fark etmemiştim bunu. Bir babam olduğunun farkına varmamıştım, çünkü böyle bir insan ete kemiğe bürünüp karşıma çıkmamıştı hiç. Ne sözü edilirdi, ne de böyle biri vardı ortalarda, anlatabiliyor muyum? Hatta, onun hakkında konuşulmasına dahi izin yoktu. Derken, etrafımdaki oğlanlarla aynı organlara sahip olmadığımı düşündüm; kızları düşünmüyordum, onlar zaten farklıydı.
O zamanlarki en iyi arkadaşıma olanları gayet iyi hatırlıyorum. Altı ya da yedi yaşındaydı, beraber oynardık hep, kapı komşumuzdu, adı da Fakler Gusti’ydi. Birkaç gün içinde ölüverdi Gusti, apandisit yüzünden…. O zaman şöyle düşündüm: “Tanrım, zavallı Fakler Gusti, apandisiti olduğu için öldü işte, oysa bu bana olamaz.” Çünkü muhtemelen apandisitimin olmadığını düşünüyordum. Sanırım, genel olarak bende insanı öldürebilecek hiçbir şeyin olmadığını düşünüyordum. O halde neden, neyin sonucunda ölebilirdim ki? Bu nedenle kendimi gayet şanslı hissettim. Sanırım, benim de insanı öldürebilecek türden organlara sahip olduğumu fark ettiğimde 10 yaşıma gelmiştim bile. Demek ki şöyle bir düşüncem varmış: Baba yok, organ yok ve yakınımda genel anlamda öldürücü herhangi bir şey yok. Sanırım yıllar boyunca benim ana varsayımlarımdan biri bu oldu. Aşağı yukarı 20 yaşıma kadar. Yo hayır, 20’ye kadar değil, çünkü o zaman çoktan ölümcül derecede hasta olmuştum. O halde ne zamana kadar? 15 ya da 16 yaşıma kadar herhalde. Tamam, o halde o yaşlarda şöyle düşündüm: “Hayır, hayır sevgili dostum, sen de her bedenin gittiği yoldan gideceksin. Ve ölüm canı istediğinde elini uzatıp seni alabilir.” Gerçekten bunu ilk fark edişim o zamandır. Sanırım 14-15 yaşıma kadar buna dair bir ipucu bulamadım. Solunumun ne olduğunu da, ciğerlerin nerede olduğunu da bilmiyordum. Kendimi fiziksel olarak algılamamıştım. Her sağlıklı çocuk gibi, sanıyorum.

DİN VE İNANÇ

Çok dindar bir insanım, ama hiçbir inancım yok. Netice itibariyle, dinin inançla bir ilişkisi yoktur. İnanç sadece resmî nizamnamesi bulunan dinlerde vardır. Oysa benim kesinlikle inanca ihtiyacım yok. Ben küçük bir çocuk ve bir Katolik iken herkes komünyon ayinine giderdi, özellikle de günah çıkarmaya. Günah çıkarma hücresine her girişimde altımı ıslatırdım. Panikten… Yüce Tanrı’nın huzurunda bulunduğum için… Şöyle düşünürdüm: “Şu anda her şeyi görüyor ve burada ne olup bittiğini izliyor.” Rahibin huzurundayken de büyük korku duyardım. Ne zaman diz çöksem hemen sırılsıklam olurdum. Tabii sonra fena halde utanırdım, zira haliyle etrafımda küçük bir göl belirmiş olurdu. Sonra şöyle düşünürdüm: “Benden sonra gelen çocuk bu korkunç oğlanın neler yaptığını görecek.”
Tabii minnettarım buna. Sonuçta insan nefret edilme durumuyla ne kadar erken yüzleşirse bu onun için o kadar iyidir, değil mi? Çünkü bir anlamda silahlarını kuşanmış olursun, giderek daha güçlü olursun. Ne zaman birilerinden dayak yesen, sonrasında daha güçlü olursun. Yaralar acıtmaz artık.
Çocukluk sadece tehdide maruz kalınan bir deneyim değildir, kendisi de sürekli bir tehdittir. Çocuklar anne-babalarını, anne-babalara göre çok daha yoğun bir şekilde tehdit ederler, çünkü çocuklar anne-babalarından çok daha kurnazdırlar. Anne- babalar –ki buna genç anne-babalar da dahildir– zaten bir hayli kemikleşmiş haldedirler, çünkü kemikleşme süreci yirmi yaşında başlar. Çocuklar ise tamamen ham haldedirler, hiçbir engel yoktur onlarda, her şey içlerinden akıp geçer, büyü gibi… Bu yüzden çocuklar her şeyi çok daha büyük bir berraklıkla görürler. Yetişkinler sadece hayal güçlerinde yaşarlar, çocukların hayatı ise gerçektir, aradaki fark budur işte. Yirmi yaşından itibaren çoğunlukla sadece hayal gücünle yaşarsın, sadece kitaplarla, öğrendiklerinle, sana söylenmiş olanlarla yaşarsın. Yirmi yaşının üzerindeki insanlar özünde sadece edebiyatla yaşarlar, gerçeklikle değil.

PAPA VE MARANGOZ

Papa olmayı isterdim. Derhal evet cevabı verirdim böyle bir teklife. Ancak korkarım ben hayattayken yeni bir papaya gerek olmayacak. “Yazar” unvanları benim için kesinlikle söz konusu değildir. Ne “yazarlar prensi”, ne “kont yazar”, ne “baron yazar”, ne de “muhteşem yazar”, bunların hiçbirinin bir değeri yok. Hayır, ben gerçek bir papa olmak istiyorum, hakiki papa… Papa Thomas oldu mu hiç? Olmadı, değil mi? O halde kendi adımı kullanacağım: Papa Thomas I.
Papalık sarayı, ki beni daima çok etkilemiştir, oldukça sade bir bina, ikinci kata kadarki kısmı bayağı bir rutubetli, sonuç olarak oldukça beceriksizce inşa edilmiş. Sarayın arka kısmında ise bir marangoz yaşıyor. Gerçekten! Gandolfo Kalesi’nde değil ama, onun hemen karşısında. Oysa ben daima oranın korunaklı ve yalıtılmış bir yer olduğunu düşünürdüm. Bundan bir 15 sene evvel oradan geçiyordum, o zaman da Jean-Paul papaydı herhalde, aşağıda papanın çamaşırları ipe asılmış halde duruyordu. Onun hemen arkasındaki parmaklıklara da marangoz kendi çamaşırlarını asmıştı. Oranın iklimi bayağı serttir, o yüzden orada yaşayanlar sonbahardan itibaren uzun çamaşırlar giyerler. Ve bu beni müthiş etkilemişti, yani papanın çamaşırlarıyla o küçük marangozun –muhtemelen Gandolfo Kalesi’nde tabut yapıyordu– çamaşırlarının o esintide yan yana öylece sallanmaları… Sonra düşündüm ki, eğer dikkatli bakacak olursak, incelik bakımından kilise rakipsizdir. İşte bunu bir kez daha göstermiş oldular: Bir yandan aristokrattırlar, mesafeli, ihtişamlı, haşmetli, ancak gene de ellerinden geldiğince her şeyi kardeşlik ruhuyla bir araya getirirler.
Papa ve marangoz. Bir opera vardır, Çar ve Marangoz adında. Devamı yazılabilir, Papa ve Marangoz diye, ve ilk bölümde perde yükselirken papanın ve marangozun çamaşırları güneş ışığında sallanır.

DÜNYA TİYATROSU

Dünyada olup biten her şey bir tiyatro oyunu, öyle değil mi? Papa aslında aynı zamanda büyük bir oyuncu. Her ne kadar düşük kalite bir oyunda oynuyor olsa da, günümüzün en büyük yorumcularından biri. Papa ve Ronald Reagan ve Brejnev, tıpkı bizim ünlü kabare oyuncuları gibi, ama daha düşük bir düzeydeler. Netice itibariyle bütün bunlar bir tür kabare. Zaman zaman yozlaşıp büyük tiyatroya dönüşen bir kabare… Ama o zaman da çekilmez hale gelip yeniden kabareye dönüşüyor. Kuvvetli şahsiyetler orada gayet güzel bir şekilde, adeta bir kumpanya ruhuyla oynuyorlar. Bugün Carter, Reagan ve Woytila var, eskiden Mussolini, Hitler ve Franko vardı. Her çağın kendine has yıldızları vardır. Sonra arada bir Evita Peron gibi birisi, ya da mesela Liz Taylor çıkar dünya sahnesine. O da pek farklı değildir. Dünya sahnesi denmesi boşuna değil, büyük bir tiyatro bu. Sonra o hain Humeyni girer sağdan, öyle değil mi? Sonra o küçük Kreisky (Avusturya Sosyalist Partisi’nin eski başkanı) sahnenin aşağısından bağırır: “Atlar eyerlendi.” (gülüyor) Bütün bunlar bir hayli eğlenceli.
Ya sizin rolünüz?
Ben dünya tiyatrosunda hiçbir zaman sahneye çıkmıyorum. Dolayısıyla benim rolüm yukarılarda, ışıkların asıldığı ızgaraların orada. Tek başına sahne fonundaki perdelerden birini çekemezsin, ama milyonlarca ya da milyarlarca insanla birlikte çekersin, öyle değil mi? Ve şöyle ya da böyle arka plan değişir. Ama öndeki o birkaç karakter kendi dünyevî oyunlarını sürdürürler. İlâhîliği papa temsil eder, değil mi? O beyaz cübbesiyle… Anlaşılmaz olan şeylerin çoğu Doğu’dan gelir. Kızıl, Karanlık, Korkutucu… Şu anda Brejnev var, ama şimdiden yaşlılığın sillesini yemiş durumda. Sonra birtakım palyaçolar çıkar. Sonra kahramanın sadık dostları, genç yoldaşlar, şişman kuzenler girer. Bir tür Ortaçağ tiyatro oyunu gibi… Sahne son derece pürüzsüz ve yuvarlaktır, yerküre gibi.

MÜZİKAL İNSAN

Ben konuşurken hep aşağıda ayağımla ölçü sayarım. (ayağını gösteriyor) Fark etmediniz mi? Haliyle, aynı anda hem ağzıma hem de ayağıma bakamazsınız. Bir tür kontrpuan bu; bunu yapmak zorundayım, çünkü müzik hissiyatı kuvvetlidir bende. Bir şey söylerken daima ayağımla ölçü sayarım. Tabii ameliyat odasında yatarken bunu yapamazsınız, değil mi? Ama orada fazla konuşacak haliniz olmaz zaten. Duydunuz mu? Aşağıdan ölçü sayıyorum. Müzisyen olmam lâzım benim. Söylediğim gibi… Ayaklarımla ölçü saymadan tek kelime konuşamam. Sadece etimin ve kanımın değil, elimin ve ayağımın da bir parçası olmuş bu, anlatabiliyor muyum? Başparmaklarımla da yaparım bunu. Bu da benim bir acayipliğim. Bakın: “e”yi her zaman ayrık başparmaklarla söylerim, “o”da ise kapatırım onları. Bunu yabancı dil derslerinde öğrenir insan. “O” aşağı doğru gider, “e” ve “i” ise yukarı. Ama bu esnada ayağımın ne yaptığını görmüyorsunuz. O bütün bunları bir arada tutuyor. Söylediğim her şey için geçerlidir bu. Hepsinin senfonik bir tarafı var. Daima. Sizce öyle değil mi? Söylendiğine göre herkes kafasında müzikle ölüyormuş, öyle duymuştum. Her şey tamamen gittiğinde, zihin, insanlar, anılar, geriye daima müzik kalıyormuş. İspatlanmış bir şey bu, bir insan klinik anlamda öldüğünde –bunun ne demek olduğunu biliyorsunuz, değil mi?– müzik mevcudiyetini sürdürüyormuş. Özellikle de kurtçuklar… Kurtçuklar gelip müziği sürdürüyorlarmış. Önce gözün köşesinden giriyorlarmış. Orkestranın kalabalıklığına göre, o insanın ne kadar zamandır ölü olduğu anlaşılıyormuş. Daha ölümün ilk saniyesinde ilk kurtçuk zıplayıveriyor oraya, gözün köşesine. Fakat sol göz mü, yoksa sağ göz mü, bunu kesin olarak bilemiyoruz. Bu da adlî tıp için meselenin en kritik noktası, çünkü bugün hâlâ bu konu üzerinde tartışıyorlar, acaba kurtçuk sol göze mi, yoksa sağ göze mi giriyor. Bununla ilgili sempozyumlar düzenleniyor, bu aralar çok moda böyle “Gözün Köşesi Sempozyumu” gibi şeyler.

EVE DÖNMEK

Bütün zamanımı ciddi bir şekilde geçirmeye çalıştım. Buraya geldiğimden beri, yani 14 gündür, gerçek anlamda ciddi olmaya çalıştım. Ve sonuçta ciddiyim ben. Tamamen ciddiyim. Ciddiyetin tamlığı… Ancak siz bana böyle baktığınızda, benim ciddiyetim bir şekilde gayrıciddi bir hal alıyor. Bu da bana üzüntü veriyor, anlatabiliyor muyum? Ciddiyeti severim. Ciddi ustaları değil, bir usta gibi ciddi olmayı. Bir Avusturyalı usta gibi, bir Alman usta gibi değil. Gene ölüm çıkageliyor tabii burada. Bana sürekli eşlik eden ölümün gölgesi… Seviyorum onu, çünkü benim ciddiyetimin güvencesi o, değil mi?
Ölüm benim için bir tren gibi. Nereye gidersem gideyim arkamdan çekiyorum onu. Demek istediğim, ben onu çekmiyorum, o bana bağlı vaziyette, ben de onu beraberimde sürüklüyorum. Ne yazık ki bu da ciddi değil. Ciddiyetimi elimden alıyorsunuz. Ben genelde ölüm üzerine düşünmem, ama ölüm sürekli benim üzerime düşünür. “Onu ne zaman eve götürmem gerekecek?” diye sorar. Tabii bu bambaşka bir bakış açısı. Ama eve dönme konusunda çok isteksiz olurum hep. Eve dönmek ölmekle aynı şeydir ve ölü olmak evde olmaktır. Pascal bunu daha önce söylemişti. Eve vardığında ölürsün. Ebedî istirahat, ebedî olarak evde olmak ölümdür. İşte bu yüzden eve çok isteksizce giderim. Eve vardığımda o siyah eliyle orada bekliyor olur. Kapıdan girdiğimde hep görürüm onu, o Curd Jürgens elini… Bilir misiniz Jürgens’i, bir oyuncudur. Salzburg’da ölüm, iskelet eller… İçeri girerim ve “krrrrak!”, omzumda o baskıyı hissederim. Bu yüzden, eğer dikkatli bakarsanız görürsünüz, şu omzum biraz çöküktür, ölümün baskısından dolayı işte. Bunu düzeltemiyorlar, ameliyat da edilmiyor. İşte sağ omzumda oturan o şey benim korkum. Kalıcı bir yuva kurmuş olan o ölüm kuşu. Demek istediğim şey çok daha ciddi bir şekilde de söylenebilirdi. “Ölüm kuşu” yerine sadece “ölüm” derseniz ciddi olur. Tek bir sözcükle ifade edebileceğiniz zayıf fikirler… Bir fincan kahve gibi… Gerçi bu da ciddi değil, öyle değil mi, çünkü eğer ölümü bir fincan kahveyle karşılaştırırsanız, pek ciddi bir şey olmaz bu. Gerçi doğal olarak her şeyi her şeyle karşılaştırabilirsiniz.

FİKİRLER

Bir filozofun mahkemede söyleyeceği hiçbir şey yoktur. Çünkü filozoflar için yargıç kıskanç, ufak tefek bir adamdır, başında ağır –en ucuzundan, ama gene de ağır– siyah bir kukuleta vardır. Kendisi dışında her şeyden nefret eder, çünkü her şey onu bunaltır. O yüzden filozofların pek şansı yoktur. Eğer yargıcın boğazı ağrıyorsa, o zaman fazladan bir yıl daha ceza alır filozoflar; başı ağrıyorsa iki yıl daha; eğer kanserse müebbet alırlar, çünkü çok öfkelidir adam. Eğer iyi günündeyse, en düşük cezayı alırlar. Ama bütün yargıçlar kötü günlerinde oldukları için –hiçbir zaman iyi gününde olan bir yargıç görmedim– neredeyse her zaman en yüksek cezayı alırlar. Çünkü hepsi kanserdir, çünkü karıları bunu kafalarına kazırlar, “bekle ve gör, sonunda kanser olacaksın” diye. Dünya mahvolup gider böylece.
Önyargılardan başka bir şey yoktur. Sahip olduğum bir yargı ancak bir önyargı olabilir. Eninde sonunda sadece önyargılar vardır, çünkü tartışılmaz hükümler veren yargıçlar bile eninde sonunda önyargılarını kullanırlar. Yargı diye bir şey yoktur. Demek istediğim, sürekli insanlar ve durumlar hakkında yargıda bulunursun, ama aslında bunlar önyargıdır. Bütün dünyayı önyargılarınla suçlayıp durursun, sadece önyargılarla…
Her şeyi her şeyle mübadele edebilirsin. Doğanın cazibesi ya da büyüklüğü buradadır. Fakat insanların dramı şudur: Genellikle yetiştirilme tarzlarından ya da kötü eğitimden ve hatta edebiyattan dolayı sadece belli bir fikre sabitlenmekle kalmazlar, onu kafalarına çivilerler.
Herkes beynine çivilenmiş fikirlerle dolaşır ve sürekli olarak etrafına bağırıp çağırır. Dünyadaki gerçek dram budur, değil mi? Yazarlar da aynen böyledir. Her yerde çiviler ve fikirler… Ölüm, yaşam, aşk, iffet, şehvet, bütün bunlar… Gerçek dram budur.
Ah evet! Bir şeyi unuttum. Ölümsüzlük bâkîdir doğal olarak. Şu işe bakın, ölümsüzlüğümü unuttum bir an için. Doğru ya. Bunu bilmek içimi rahatlatıyor, çünkü biliyorum ki ben eninde sonunda ölümsüzüm, değil mi?
Peki ama nasıl?

Çeviren: Kerem Eksen
Bir+Bir, sayı 16, Şubat-Nisan 2012




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder