6 Mart 2018 Salı

kaşağı, ömer seyfettin ( 11 mart 1884 - 6 mart 1920)





                                                     Çocukluk hatıralarından

  Ahırın avlusunda oynarken aşağıdaki, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hüzünlü şırıltısını işitirdik. Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi. Annem, İstanbul’a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan’la artık Dadaruh’un yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu, babamın seyisi, yaşlı bir adamdı. Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk. En sevdiğimiz şey atlardı. Dadaruh’la birlikte onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, ne doyulmaz bir zevkti. Hasan korkar, yalnız binemezdi. Dadaruh onu kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan daha çok hoşumuza gidiyordu. Hele tımar. Bu en zevkli şeydi. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tık tık, tıkı… tık… tıpkı bir saat gibi… Yerimde duramaz,
– Ben de yapacağım, ben de yapacağım! diye tuttururdum.
  O vakit Dadaruh, beni Tosun’un sırtına koyar, elime kaşağıyı verir:
– Hadi yap! derdi. Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdım.
– Kuyruğunu sallıyor mu?
– Sallıyor.
– Hani bakayım?
  Eğilirdim, uzanırdım. Ama atın sağrısından kuyruğu görünmezdi.

                              *

  Her sabah ahıra gelir gelmez,
– Dadaruh, tımarı ben yapacağım, derdim.
– Yapamazsın.
– Niçin?
– Daha küçüksün de ondan.
– Yapacağım.
– Büyü de öyle…
– Ne zaman?
– Boyun at kadar olduğu vakit…
— …
  At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boyum karnına bile varmıyordu. Halbuki en keyifli, en eğlenceli şey bu idi. Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh,
  — Höyt, kerata …” diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı. Ben de bir gün ahırda yalnız başıma kaldım. Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh’un penceresiz küçük bir odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına falan baktım. Yok, yok. Yatağın altında, yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu açtım. Az daha sevincimden haykıracaktım. Annemin bir hafta önce İstanbul’dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı… parıl parıl parlıyordu. Hemen kaptım, Tosun’un yanına koştum. Karnına sürtmek istedim. Rahat durmadı. Dönüp burnuyla bana vurdu. Öteki atlar da durmuyorlardı.
  – Galiba acıtıyor dedim. Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok sivriydi. Biraz körletmek için duvarın taşlarına sürtmeye başladım. Dişleri bozulunca tekrar tecrübe ettim.  Gene atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldırabildiğim en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul’dan gelen, üstelik Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.
  …Babam, her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün yine ahırda yalnızdım. Hasan evde hizmetçimiz Pervin’le kalmıştı. Galiba yıkanacaklardı.  Babam çeşmeye bakarken yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü; Dadaruh’a haykırdı:
  – Gel buraya!
  - …
  - Çıkar bakayım şunu.
  Nefesim  kesilecekti. Bilmem neden, çok korktum. Dadaruh şaşırdı, kırılmış kaşağı meydana çıkınca, babam bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh,
– Bilmiyorum, dedi.
 Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan,
– Hasan dedim.
– Hasan mı?
– Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi.
– Niye Dadaruh’a haber vermedin?
– Uyuyordu.
– Çağır şunu bakayım.
- …
  Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan’ı çağırdım. Zavallının bir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam pek sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı. Hasan’a dedi ki:
– Eğer yalan söylersen seni döverim!
– Söylemem.
– Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?
  Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı! Sonra sarı saçlı başını sarsarak,
  – Ben kırmadım, dedi.
  – Yalan söyleme, diyorum.
  – Ben kırmadım.
  – Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok fenadır. dedi. Hasan inkârında inat etti. Babam öfkelendi. Üzerine yürüdü “Utanmaz yalancı! ” diye yüzüne bir tokat indirdi.Hasan avazı çıktığı kadar ağlamaya başladı. Babam Dadaruh’a,
  – Götür bunu eve. Sakın bir daha buraya sokma. Hep Pervin’le otursun! diye haykırdı. Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü.
    Artık ahırda hep yalnız oynuyordum.
   Hasan evde mahpustu. Yalan söylediği için babam yüzüne bile bakmıyordu. Annem geldikten sonra da affetmedi. Fırsat düştükçe, “O yalancı” derdi. Hasan yediği, tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal vermiyordu.
  - Acaba aptal Dadaruh, atlara ezdirmiş olmasın! derdi. Ertesi sene  yazın annem yine İstanbul’a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan’a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderdik, doktor geldi. “Kuşpalazı” dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağın dibinden hiç ayrılmıyordu.
  Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.
– Niye ağlıyorsun? diye sordum.
– Kardeşin hasta.
– İyi olacak.
– İyi olmayacak.
– Ya ne olacak?
– Kardeşin ölecek! dedi.
– Ölecek mi?
_ …
  Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri Pervin’in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz, Hasan’ın hayali gözümün önüne geliyor “İftiracı! İftiracı!” diye karşımda ağlıyordu. Küçük muhayyilem o vakitki dini terbiyenin dehşetiyle dolmuştu. Yarın ahiret… Kim bilir kardeşim o haksız yediği tokadın acısını benden nasıl çıkaracaktı? Pervin’i uyandırdım.
– Ben Hasan’ın yanına gideceğim, dedim.
– Niçin?
– Babama bir şey söyleyeceğim.
– Ne söyleyeceksin?
– Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.
– Hangi kaşağıyı?
– Geçen seneki… hani babamın Hasan’a darıldığı…
  Lafımı  tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin’e anlattım. Şimdi babama söylersem, Hasan da duyacak belki beni affedecekti.
– Yarın söylersin, dedi.
– Hayır,. şimdi gideceğim.
– Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da uyuyor. Onu öpersin. Ağlarsın. Hakkını sana helal eder.
– Pekala!
– Haydi şimdi uyu!
  Sabaha kadar gene gözlerimi kapayamadım. Hava henüz ağarırken Pervin’i uyandırdım. Kalktım. Ben içimdeki zehirden azabı boşaltmak için acele ediyordum. Fakat heyhat, zavallı masum kardeşim o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh’u ağlarken gördük.
   Babamın dışarıya çıkmasını bekliyorlardı!

18 eylül 1919
Kalamış

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder